16 Mayıs 2015 Cumartesi

İNSANIN ACİZLİĞİ

İnsanı Allah en mükemmel şekilde yaratmış, onu pek çok üstün özellikle donatmıştır. Yaratılmış olan tüm varlıklar içerisinde düşünme, karar verme, akletme, düşündüğü şeyi uygulayabilme, plan kurma, sonuç çıkarma gibi zihinsel fonksiyonlarıyla insanın üstünlüğü tartışmasız bir gerçektir.

Peki hiç düşündünüz mü, tüm bu üstünlüklerin aksine insan neden son derece korunmaya muhtaç bir bedene sahiptir? Neden ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük bakteriler, virüsler bu bedene zarar verebilmektedir? Neden insan yaşamı boyunca sürekli bedenini temizlemek, ona bakım yapmak zorundadır? Ve neden insan bedeni zaman ilerledikçe yıpranmakta, yaşlanmaktadır?

İnsanlar  bedenlerinin acizliğini çok "doğal"  bir eksiklik olarak görürler, oysa bedendeki her acizlik belirli bir amaca göre özellikle yaratılmıştır. İnsanın acizliğine ait her detayı Allah özel olarak var etmiştir. Nisa Suresi'nin 28. ayetinde "... İnsan zayıf olarak yaratılmıştır" hükmüyle bu gerçeğe dikkat çekilir. İnsan ne zaman nerede doğacağını, hangi vakitte ne şekilde öleceğini belirleyemez. Ayrıca bedeninde oluşan hastalıklar karşısında da son derece savunmasız ve acizdir. İnsan zayıf olarak yaratılmıştır ki, bir kul olarak Yaratıcımız olan Allah'a karşı olan acizliğini anlayabilsin ve dünyanın geçici bir mekan olduğunu fark edebilsin.

İnsan ne zaman nerede doğacağını, hangi vakitte, ne şekilde öleceğini belirleyemez. Dahası yaşadığı hayattan ne kadar memnun olursa olsun, o hayatı olumlu ya da olumsuz yönde etkileyecek unsurlar üzerinde hiçbir kontrol mekanizmasına sahip değildir.

Evet insan bedeni, her yönüyle korunmaya ve kollanmaya muhtaçtır. Dünya şartlarında başına ne zaman ne geleceği belli değildir. Yaşadığı yer ister dünyanın en gelişmiş şehri olsun, ister en yakın medeniyete kilometrelerce uzaklıkta, elektrikten, sudan mahrum bir dağ köyü olsun; kişi, hayatının hiç beklemediği bir anında bir tehlikeyle karşılaşabilir. Ölümcül bir hastalığa yakalanabilir, sakatlanabilir. Karşılaştığı olay, hiç kaybetmeyeceğini sandığı bedensel gücünü, güzelliğini ya da övündüğü fiziksel bir özelliğini alıp götürebilir. Bu konuda yaşadığı yer gibi kişinin kim olduğu da bir istisna yaratmaz; dağ başında sürülerini otlatan bir çoban ya da bütün dünyanın tanıdığı bir yıldız olsa da, söz konusu olaylardan herhangi biri hayatını hiç tahmin edemeyeceği yönde değiştirebilir.

Ortalama 70-80 kiloluk bir "et ve kemik yığını" olan beden, ince bir deri ile kaplanmıştır. Elbette bu narin deri, kolaylıkla çizilir, yırtılır ve en ufak bir darbede morarır. Güneş altında çok uzun bir süre kalmaya dayanamaz. Belli bir limit aşılırsa deri, önce kızarır, sonra şişer ve su toplar. Kısacası sıcak bir havaya maruz kalan insan kendisini mutlaka koruma altına almak zorundadır.

Allah insanları en güzel surette ve en mükemmel sistemlerle yaratmıştır. Ancak dünyanın geçiciliğini göstermek ve hırslara kapılmalarını engellemek için, bedeni et ve yağ gibi çok çabuk bozulabilen maddelerden oluşturmuştur. Eğer insanın farklı maddelerden oluşturulmuş, zırh sağlamlığında bir bedeni olsaydı, o zaman hiçbir virüs ya da mikrop, soğuk ya da herhangi bir kaza bu zırhı delip geçmeye, zarar vermeye güç yetiremezdi. Oysa et ve yağ açıkta bırakıldığında birkaç saat içinde kokuşan, bozulan maddelerdir. İşte, insanın en büyük acizliklerinden biri, "malzeme"sinin bu denli çürük olmasıdır.

İnsan, Allah'tan bir hatırlatma olarak bedeninin acizliğini sık sık hisseder. Örneğin, soğuk havanın etkisi insan vücudunun acizliğini bütün gerçekliğiyle ortaya koyan bir etkendir. Soğuk hava insanın fizyolojik savunmasını yavaş yavaş felç eder. Vücudun sürekli ayar yaparak koruduğu sabit sıcaklığının (37 oC) ne kadar önemli olduğu böyle bir durumda hemen anlaşılır. Çok soğuk bir havada bedenin yavaş yavaş çöküşü gözlenebilir. Başlangıçta kalp ritmi hızlanır, damarlar büzülür ve atardamar basıncı yükselir. Vücut kendisini ısıtmak için titremeye başlar. Vücut sıcaklığı 35 dereceye düştüğünde artık tehlikeli bir durum baş göstermiştir. Kalp ritmi yavaşlamaya başlar, tansiyon düşer, kol ve bacaklarda, en çok da parmaklarda damarlar büzülmeye başlar. Vücut sıcaklığı 35 dereceye düşen bir kişide bilinç bulanıklığı, yönelim bozukluğu, uyku eğilimi ve dikkat dağınıklığı ortaya çıkar. Zihinsel işlemlerde aksama oluşur. Burada kuşkusuz en önemli nokta vücut sıcaklığının sadece 1.5 derece düşmesiyle bile, böylesine önemli sonuçların ortaya çıkmasıdır. Soğukta daha fazla kalındığında ve vücut sıcaklığı 33 derecenin altına düştüğünde ise bellek ve bilinç kaybı yaşanır. 24 dereceye düştüğünde solunum, 20 dereceye düştüğünde beyin, 19 dereceye düştüğünde ise kalp durur ve insan için kaçınılmaz olan ölüm gerçekleşir.

Yazının ilerleyen bölümlerinde insanın fiziksel olarak sahip olduğu acizlikleri çok detaylı olarak anlatmaya çalışacağız. Bunu yapmaktaki amacımız, insanın bu dünyada ne yaparsa yapsın gerçek bir tatmine ulaşamayacağını, çünkü sahip olduğu acizliklerin buna engel olacağını fark ettirebilmektir. Bunu fark eden insanın da gerçek yurt olan cennete yönelmesi, bu dünyaya körü körüne bağlanmaması gerektiğini hatırlatmaktır. Zira insana vadedilen sonsuz bir cennet hayatı vardır. İleriki bölümlerde de üzerinde duracağımız gibi cennet, hiçbir eksikliğin, kusurun, fiziki acizliğin bulunmadığı bir yerdir. Orada insan, nefsinin arzuladığı herşeye sahip olacak, yorgunluk, açlık, susuzluk, yaşlanma, hastalanma vs. gibi fiziki eksikliklerden ise tamamen uzak olacaktır.
Bir diğer amacımız ise, insanın kendi acizliği karşısında Yaratıcımızın üstünlüğünü, yüceliğini kavrayabilmesine ve O'na muhtaç olduğunu anlayabilmesine yardımcı olmaktır. Nitekim Kuran'da insanların Allah'a muhtaç oldukları şöyle bildirilmiştir:

Ey insanlar, siz Allah'a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)



"Allah'ın dünyada yarattığı acizlikler cennete özlemini artırmak içindir."

ADNAN OKTAR: İnsan ne kadar aciz olursa imtihanı o kadar mükemmel olur, o kadar güzel olur,
acizlikler Allah'a o kadar yaklaştırır. Mesela Allah isteseydi insanların ağzını da çiçeklerde olduğu gibi yaratırdı. Güle çok güzel bir koku verebiliyor Allah. Güle verdiği gücü insanın ağzına da verebilirdi, mesela insanın ağzı gül gibi kokardı, yüzünü yıkamasına gerek kalmazdı, çiçek gibi pırıl pırıl kalabilirdi yahut çelik parçası gibi pırıl pırıl olabilirdi. Özellikle böyle yapmıştır Allah. Dikkat ederseniz insan vücudunun her yeri bir acizdir, kulağı ayrı bir acz taşır. Gözü ayrı bir acz, tamamı ayrı, hepsi özel yapılmıştır. Halbuki bir parfümeri mağazasının önünden geçseniz çok fazla esans, parfüm gibi çeşit çeşit malzemelerin olduğunu görürsünüz.

İsteseydi onu bizim vücudumuzda da yaratırdı o tip güzel kokuları ama yapmamış, tam tersini yapıyor, halbuki mesela koltuk altında çok güzel bir koku meydana getirebilirdi Allah istese. Çünkü diğer bütün bitkilerde, sümbülde, karanfilde, menekşede, hepsinde mis gibi koku yapıyor.

Allah cennete insanlar özlem duysun diye özel olarak eksik yaratmıştır. Aksinde cennete özlem duymama riski oluşur. Kendindeki aczi gördükçe sürekli cennete olan isteği de artacaktır. Çünkü mesela kafamızda mükemmel bir kadın düşüncemiz vardır ama onu bulamayız, mükemmel bir müzik vardır, bir türlü onu bulamayız. Sürekli CD alıyoruz ama aradığımız müziği şimdiye kadar bulamadık biz. Aradığımız kokuyu da bulamayız çünkü mükemmelliğin hepsi cennettedir. Bilinç altımızda vardır bu, mükemmel ev de olsa, saraya gitsek de beğenmeyiz, "evimize gitsek" deriz, değil mi?
Hiç birini beğenmeyiz o anlamda. Çünkü biz cennete göre kodlandığımız için bilinçaltımızda o cennet ve sonsuzluk düşüncesi çok güçlü bir içgüdüdür. Sonsuz yaşama içgüdüsü en güçlü içgüdüdür insanda ve dünyada tek tatmin edilmeyen içgüdüdür bu. (Adnan Oktar'ın Kanal 35'teki (İzmir) Röportajından, 18 Ocak 2009)


"Asıl yurt ahirettir, dünya hem sonlu hem de çok kusurludur."

ADNAN OKTAR: ... Halbuki dünyanın yemeği çok eksiktir. Hangi yiyeceği yersen ye cennetteki gerçek yiyeceğin güzelliğini insan bilir ve hep onu arar. Hiç bir insan mükemmel yiyecekle karşılaşmamıştır şu ana kadar. Allah "Buna razı olmayın" diyor. "Cennetteki aslına ve sonsuza kadar olana razı olun, burada hayat çok kısa" diyor Allah. Ve çok az yiyebiliyor insan, en fazla birkaç tabak yiyebiliyor. Onu da fazla yerse ya kolesterolü çıkıyor, ya tansiyonu çıkıyor, rahatsızlanıyor ama cennette hadsiz yiyebilir, ucu bucağı yoktur. Sonsuz yeme gücü vardır. Sonsuz gezme gücü vardır ve sonsuz talep gücü vardır. Allah, "ne isterseniz yaratacağım" diyor cennette ama dünyada böyle birşey yoktur onun için. Allah "Dünyaya, razı olmayın ahirete razı olun, ahireti asıl olarak amaçlayın, asıl yurt orasıdır, orası sonsuz ve kusursuzdur" diyor. Burası hem sonlu, hem çok kusurlu. "Allah'ın rızasını istiyorsanız, sonlu ve kusurlu olana razı olmayın, sonsuz ve kusursuz olanı isteyin" diyor Allah. Aklı başında bir insan da zaten sonsuz ve kusurlu olmayanı isteyecektir tabi. (Adnan Oktar'ın Ekin TV Röportajından, 19 Ocak 2009)

ADNAN OKTAR: ... Dünyaya niye bu kadar meraklı olunuyor, dünyada ne var? Çektikleri eziyeti görüyorlar, sabah kalktıklarında nelerle uğraştıklarını görüyor insanlar. Yemek yemeleri bir sorun oluyor, başka konulardan kurtulmaları ayrı sorun oluyor, borcu-harcı ayrı bir sorun oluyor.

Bir kadının bakımsız halini bir düşünün, insanın aczini düşünün. Dünyada yarı yarıya cehennem özellikleri vardır. Cennet ve cehennem özellikleri yarı yarıya konmuştur dünyaya. Dolayısıyla ahireti düşünmeyen Allah'ın rızasını düşünmeyen insan o yarı yarıya olan cehennem özelliklerinin tamamını üstüne almış oluyor. Bu sefer dünya onun için net cehenneme dönüyor. Ama mümin eğer sürekli Allah korkusu ve Allah sevgisiyle yaşarsa ve ölümü sürekli düşünürse o cehennem özellikleri gözünün önünden kalkar sadece cennet yönlerini görür dünyanın. Ve kalbi de ruhu da adeta cennet içinde olur ve çok rahat ve güzel yaşar. Onun için Müslümanlarda bir bereket, bolluk ve güzellik oluyor. (Adnan Oktar'ın Tempo Tv'deki Röportajı, 3 Mart 2009)


"Dünyadaki eksiklikleri, kusurları, acizlikleri bildiğimiz için cennette çok zevk alacağız."

ADNAN OKTAR: ... Uykun gelmiyor cennette, uyku yok. Özel olarak veriliyor uyku, sırf acz olsun diye verilir. Hiçbir şey yok sabah kalktığında, sabah zaten yok da, böyle hafif gölge ve gölgenin biraz daha canlanması şeklinde gece gündüz farklılığı, öyle veriliyor cennette. Hafif fluluk, bir parça fluluk sonra iyice canlanma gibi, yine fluluk ama o flulukta da çok ayrı bir tatlılık oluyor. Canlanma da ayrı bir tatlı oluyor. Oradan zaman kıyasını öyle yapıyor insanlar, ahirette.

Banyo yapmak yok, makyaj yapmak yok. Mesela bir kadın için makyaj ne kadar zordur. Ciltlerinin pırıl pırıl, saçları çok mükemmel olmasını ister kadınlar ama hiçbir kadın mükemmel saçı bulamaz. Her saç kusurludur, eksiktir. "Mükemmel bir saç var ama ben onu bulamıyorum" derler. İşte cennetteki saçtır bulamadığı mükemmellikteki. Mesela mükemmel bir makyaj vardır, her makyaj yapan kadın bir türlü o makyajı bulamaz, çünkü cennettedir o ve sürekli sabittir. Hiçbir meyve bizi doyurmaz, elma yediğimizde mükemmel bir elma modeli vardır kafamızda ama bir türlü onu bulamayız. Mesela çileği bile aldığında pudra şekerine batırırlar, çünkü çilekte bir şey vardır eksik olan. İşte cennette bunlar kalkıyor.

Mükemmel elmayı görmek, mükemmel çileği görmek, makyajın sürekli  olması, mesela tırnak bakımına ihtiyacı olmaması kadınların, mükemmel tırnaklarının olması, bütün vücudunun mükemmel olması, toz ve kirin hiç olmaması cennete özgüdür.

Toz, burada özel olarak, mucize olarak yaratılır. Her bir toz tanesi uzay gemisi gibidir yakından bakarsak. Elektron mikroskobunda büyüttüğünde toz tanesini muazzam bir âlem olduğunu görürsün, havada uçuyor gemi gibi toz. Ama cennette yok toz, hiçbir yerde toz olmaz. Hiçbir şekilde oluşmuyor, bozulmuyor. Şimdi bunun insanlara vereceği zevki bir düşünün. Mesela dişleri her yemekten sonra yıkamak gerekiyor. Daha yemeği yer yemez yıkamak gerekiyor. Cennette böyle bir şey yok, gıcır gıcır dişler. Cennette her seferinde dişini yıkamamasına hayret edecektir, dişini yıkamasına gerek olmamasına. Makyaj yapmaya gerek olmamasına ama yüz katrilyon sene geçiyor yine hayret ediyor.

100 katrilyon çarpı 100 katrilyon değil, 100 katrilyon sene bir insan söylese, bunun sonucunu bir araya getirsen ve "ne kadar zaman geçti" desen, "daha dün gibi" der, çünkü Allah Katında zaman yok. Zaman algı biçimi olarak veriliyor ve dünyayı biz hiçbir zaman için unutmayacağız. Tabi ki kötü olan şeyleri unuturuz, aklımıza gelmez, cennetin vasfı bu. Onun için Allah çok titiz bir imtihandan sonra cennete alıyor. Yoksa cennetin bir anlamı olmaz. Mesela Hz. Adem (as)'ı cennete doğrudan aldı Allah, şeytan geldi daha ilk konuşmada kandırdı. Dedi ki, "Ben sana sonsuzluk ağacını, sonsuzluğu vereceğim. Sonsuzluğun ilmini vereceğim sana, imkânını vereceğim. Şu meyveden yediğinizde sonsuzluğa kavuşmuş olacaksınız. Allah size özellikle yememenizi söylüyor ki, sonsuz olmayasınız diye." Allah'a güveneceğine şeytana güvendi Hz. Adem (as) ki bu zelledir.

Peygamberlerin yaptığı hataya zelle denir. Hata denmez, zelle denir.  Gittiler o meyveden yediler, sonsuz olacaklarını düşünerek. İnsanın ruhunda var çünkü bu istek. Hâlbuki Allah'a güvenmesi lazım, zaten cennette belli ki sonsuz olacak. Allah'ın sözüne güveneceği yerde şeytanın sözüne güvendi. Niye? Cehennem yok ortada da onun için, imtihan yok. Dünyaya inince Hz. Âdem (as) baktı her yer açık, vücudunun her tarafı açık, hemen orada yapraklarla vücutlarının açık olan kısımlarını örttüler. 

Bir de baktı doğal ihtiyaçları da var ve dünyanın diğer zorluklarını da gördü, bir tane iki tane üç tane değil biliyorsunuz dünyanın zorlukları. Buradaki imtihandan sonra yeniden cennete alındı Hz. Âdem (as). Şimdi git bak bakayım, ister şeytan gelsin, isterse ordusu gelsin. Desin ki, sana sonsuzluk ağacını sonsuzluk imkanını vereceğim dese, Hz. Âdem (as)'ın ne cevap vereceği belli ona. Olmaz, çünkü biz ahirete gittiğimizde cehennemi bir küçük pencereden, bir televizyon gibi düşünün, cehennemi görebileceğiz istediğimiz zaman. Onu gören bir kişinin, bu dünyadaki zorlukları gören birinin cennette garip bir hareket yapması mümkün değildir.

Cennette herşey özgürdür, kafamıza eser uçmak istersek uçarız, denizin altında yüzmek istersek yüzeriz. İstediğimiz yere gitmek istesek, anında kafamızdan geçmesiyle beraber o anda orada oluruz. Bediüzzaman, "Işık hızının üstündedir hayal hızı" diyor. Sırf hayal ettiğimizde, cennetin en uzak noktasında, anında orada oluyoruz. Anında, hayal ederek. Bu dünyada onun flu bir modeli yaratılmıştır. Mesela insan bir yemeği aklından geçiriyor hemen yutkunmaya başlıyor, ağzı sulanıyor. Hemen beyninde o yemek oluşuyor. Tadı ve kokusu da oluşuyor yaklaşık, onun için zaten ağzı sulanıyor. Bu sistemin netleşmesiyle oluşuyor, tabi fludur bu dünyada, cennette ise net olacaktır.
Bir insanın aklından geçirdiği yiyecek birden net, üç boyutlu görüntü olarak oluşur, kokusuyla, tadıyla her şeyiyle. Allah onu anlamamız için flu olarak o sistemi beynimize ruhumuza koymuştur. Cennette bu çok nettir, mesela uçmak isteyen kafasından geçirince uçtuğunu hisseder. Hatta rüyasında da birçok insan uçar. Hayal ettiğinde de uçabilir. Denizin altında yüzdüğünü düşünür, hayal ettiğinde istediğin gibi olursun. Ahirette kafamızdan geçirmemizle yaratılması bir olacaktır, aynı bu dünyadaki beynimizde olduğu gibi ama bu fluluğun tabii biraz daha neti rüyada oluyor, ahirette tam neti olacaktır, dünya o kadar net değildir, Allah "o gün görüş keskindir" diyor. Yani biz bu dünyadan uykudan uyanır gibi uyanacağız, inşaAllah… (Adnan Oktar'ın 29 Ekim 2010 tarihli Kaçkar Tv röportajından)

Bedenin İhtiyaçları
Bir insana verilmiş pek çok fiziksel zayıflık vardır. Öncelikle insan hem bedenini hem de çevresini temiz tutmak, onlara çok özenli bir bakım yapmak zorundadır. Bu bakım için ayırdığı vakit, hayatının oldukça büyük bir bölümünü kapsar. Banyo yaparken, tıraş olurken, el-ayak, saç, cilt vs. bakımı ile ilgilenirken insanların harcadıkları zamanı gözler önüne seren anketlere sık sık rastlanabilir. Bu tip bilgileri ilk duyduğunda insan şaşırmaktan kendini alamaz, çünkü ömrünün oldukça uzun bir zamanının böyle sıradan işler için harcandığını belki de hiç düşünmemiştir.


Günlük hayatın akışı içinde evde, yolda, işte, okulda çeşit çeşit insan görmek mümkündür. Bu insanların önemli bir bölümü, düzgün giyimli, makyajlı, saçları taranmış, tıraş olmuş, ütülü kıyafetler giymiş insanlardır. Ancak bu görünüşlerinin bir de arka planı vardır. Bu insanlar bu düzgün görüntüyü elde edebilmek için acaba ne kadar zaman harcamak zorunda kalmışlardır?

Sabah ilk uyandığı andan gece uyuyana kadar bir insanın uygulamak zorunda olduğu bakım çok sayıda detayı içermektedir. Uykudan uyanıp gözünü açtığı andan itibaren ilk gideceği yer banyodur. Çünkü uyuduğu süre boyunca ağzının içinde çoğalan bakteriler sebebiyle, hoş olmayan bir tat ve koku ile uyanmıştır ve dişlerini fırçalaması kaçınılmazdır. İnsanın güne başlayabilmesi için gereken işlemler bununla sınırlı değildir. Elini, yüzünü yıkaması da zorunludur. Ancak sadece bu uzuvlarını yıkaması da yetmeyecektir. Bir önceki gün ve gece boyunca vücudunda ve cilt yüzeyinde pek çok işlem gerçekleşmiştir. Örneğin, saçları ve yüzü yağlanmış, saçında kepek oluşmuş, vücudu terlemiştir. Bütün bu istenmeyen koşullardan kurtulmanın tek çaresi ise banyo yapmaktır. Bunu yapmadığı takdirde insanın tüm bu acizlikleriyle, yağlı saçları ve ter kokan vücuduyla insanların arasına girmesi pek hoş olmayacaktır.

İnsan içine çıkmak için gerekli temizliğin sağlanmasında kullanılan malzemeler ise o kadar çoktur ki; insanın bedeninin ne kadar çok şeye muhtaç olduğunu göstermesi açısından üzerinde düşünülmelidir. Örneğin, temizlik için su ve sabunun yanında ek malzemelere de ihtiyaç vardır. Çünkü cilt üzerindeki ölü deri tabakasını temizlemek gerekir. Her insanın, beden temizliği yanında kıyafetlerinin, evinin, çevresinin de temizliğine uzun bir süre ayırması gerekir. Hem beden temizliğine hem de evin temizliğine hem de kıyafetlere harcanan vakit düşünüldüğünde insanın ömrünün çok büyük bölümünün temizliğe ayrıldığı açıkça görülmektedir. 

Kısacası insanın bir gün içinde yaşadığı vaktin önemli bir bölümü temizlik ve bakımla geçer. Üstelik bu bakımı sağlayabilmek için çok çeşitli araçlara, kimyasal malzemelere ihtiyaç duyar. Allah insanı son derece aciz bir bedenle yaratırken, bu acizliğini geçici olarak örtmesini, dışarıya hissettirmemesini sağlayacak imkanları da ona sunmuştur. Ayrıca insana temizlenmesini, acizliğini göstermemesini sağlayacak bir düşünme yeteneği de vermiştir. Ancak kimi zaman insanlar akıllarını ve Allah'ın verdiği diğer teknik imkanları kullanmadıkları için kötü bir görünümle karşımıza çıkabilirler. Özellikle temizlik için gereken malzemeleri kullanmadıkları ve bu yönde bir çaba harcamadıkları takdirde, kısa sürede son derece itici bir görünüme bürünebilirler.

Ancak insan ne kadar temizlik ve bakım yaparsa yapsın bu da geçicidir. Dişini fırçalayan bir insan belki 1 saat sonra hiç fırçalamamış gibi olur. Banyo yapan bir kişi eğer yaz mevsimindeyse bir-iki saat sonra hiç banyo yapmamış gibi bir hale gelebilir. Bir de güzelleşebilmek için uzun saatlerini aynanın önünde makyaj yaparak geçiren bir kadını düşünün; ertesi sabah uyandığında bir gün önce yaptığı makyajdan yüzünde eser yoktur. Hatta yatıp sabah kalktığında yüzünde kalan boya kalıntıları sebebiyle olduğundan da kötü bir hale bürünmüş olabilir. Veya uzun uzun tıraş olan bir erkek ertesi gün uyandığında tekrar aynı süreci yaşamak zorunda kalır.

Önemli olan, bu fiziksel acizliklerin bir amaca yönelik olduğunu kavrayabilmektir. Bunlar zorunlu acizlikler değildir; özel olarak yaratılmışlardır. Bir örnek üzerinde düşünelim: İnsan, vücut ısısı yükseldiğinde doğal olarak terler. Terden kaynaklanan koku ise son derece rahatsız edicidir. Yeryüzünde yaşayan her insan bu acizlikle sık sık karşılaşır. Oysa böyle olmayabilirdi. Örneğin, bitkiler için bu durum geçerli değildir. Bir gülü düşünün; kara toprağın içinden çıktığı, sokakta doğal bir ortamda yetiştiği, her an her türlü tozla, pislikle muhatap olduğu halde asla kötü kokmaz. Her durumda ve şartta gülün kokusu son derece ferahlık vericidir. Üstelik gülün temizlenmek, bakım yapmak gibi bir ihtiyacı da yoktur. Ancak insan için durum farklıdır. Allah insana acizliğini hissettirecek her türlü eksikliği özellikle vermiştir. Ne kadar temizlenirse temizlensin, ne kadar kozmetik malzeme kullanırsa kullansın; güzel bir kokuyu üzerinde sabit tutamaz.

Bedenin tüm bu acizliklerinin yanısıra yaşamını sürdürebilmesi için bir de beslenmesi gerekmektedir. Üstelik bu beslenme son derece iyi planlanmalıdır. İnsan bedeni aynı anda proteine, karbonhidrata, şekere, vitaminlere, çeşitli minerallere ihtiyaç duyar. Sayılan maddelerden belirli miktarlarda alamazsa, iç organlarında ciddi anlamda hasarlar oluşabilir, cildi bozulur, bağışıklık sistemi zayıflar yani bedeni güçsüz düşer. Bu yüzden temizliğe göstermesi gereken hassasiyeti, beslenmesine de göstermelidir.

İnsanın beslenmeden çok daha önemli bir ihtiyacı daha vardır. Besin almadan bir süre yaşamak mümkün olabilir, ancak bir iki gün vücuda hiçbir şekilde su girmemesi insan için öldürücüdür. İnsan vücudu suya son derece muhtaçtır. Çünkü vücut içindeki yaşamın sürmesini sağlayan kimyasal işlemlerin hemen hepsi suyun yardımı ile meydana gelir.
Elbette burada anlatılanlar her insanın kendi üzerinde görebileceği eksikliklerdir. Ancak herkes bunların bir eksiklik olduğunu kavrayabiliyor mudur acaba? Yoksa her insan aynı acizliklere sahip diye bunları doğal mı karşılıyordur? Elbette burada anlatılanlar tüm insanlar için geçerlidir. Ama unutmamak gerekir ki, Allah dileseydi bunların hiçbirini insanların üzerinde yaratmazdı; her insan bir gül kadar güzel kokulu ve tertemiz olabilirdi. Ama insanı tüm acizlikleriyle beraber yaratan Allah bunu belli bir hikmet üzerine yapmıştır. Yaratıcımız olan Allah karşısındaki acizliğini gören insan, O'nun kendisini davet ettiği yola uymalı; geçici ve eksik olan bu dünyaya bağlanmamalı, sonsuz bir yurt olan ahiret için hazırlık yapmalıdır.



"Acizlikler dünyayı sevmemek için özel yaratılıyor."

ADNAN OKTAR: Bir hanım kardeşimiz şöyle yazmış: "Hocam, 40 yaşına girmeye çok az kaldı." 40 yaşına gelen kadının ne hale geldiğini biliriz. Erkekler de biraz daha geç yaşlanırlar ama onlar da en fazla 50 yaşına geldiğinde çöküyorlar. 50 yaşında bir insan bilinir. Özellikle 60 yaşına geldiğinde, ne hale geldiği biliniyor. Hatta 25 yaşına gelince bile hemen genç kızlarda ciddi şekilde yaşlanma alametleri görülüyor, bayağı değişiyorlar. 27 yaşındaki bir genç kıza bakın, hemen anlaşılır. 7 senenin içerisinde, olağanüstü değişir. Mesela 20 yaşında, iki 10 sene sonra hatta 15 sene sonra, bambaşka bir insan karşınıza çıkar, çok değişir. Bu, dünyanın aczidir ve Allah tarafından özel yaratılır, dünyayı sevmeyelim diye yaratılır.

Saçını yıkamasa ne hale geleceği, kulağını temizlemese ne hale geleceği bilinir. Burnunu, ağzını, gözünü temizlemesi gerekiyor, koltuğunun altını temizlenmesi gerekiyor. Vücudunun her yerini temizlemesi gerekiyor. Vücut sürekli eskimeye ve yıkıma doğru gitmek istiyor, insan da onu sürekli ayakta tutmaya çalışıyor. Sürekli su veriliyor, yiyecek veriliyor bedene ölmesin diye. Sürekli vitamin veriliyor, antibiyotik veriliyor. Vermezse, ölüyor. Bir vitamin eksik olduğunda yine ölebiliyor. Isısına dikkat etmek gerekiyor, uykusuna dikkat etmek gerekiyor. Birkaç gün uyku uyumazsa, bütün dengesi bozulur. Her yeri acz içindedir. Gün 24 saat ama 8 saati uykuda geçiyor. 8 saat de çalışıyor. Geriye de bir şey kalmıyor. Allah özellikle böyle yaratmıştır. Mesela bazı hanımlar makyaj yapmadıklarında tanınmayacak hale geliyorlar neredeyse. Yüzü makyajla anlam kazanıyor. Allah özellikle acz içerisinde yaratmıştır. Makyajsız kadınla, makyajlı kadın arasında dağlar kadar fark vardır. Sabah kalkmış bir kadını makyajsız olarak görse "bu o mu?" der. Aczidir bu.

Binbir türlü acz meydana getiriyor Allah. Her azasında, her organında bir acizlik meydana getiriyor ve insan ölmemek için, sürekli çaba harcıyor. Allah öyle yaratmıştır. Hemen akabinde de ölüyor zaten. Bütün gayretine rağmen, sonunda ölüme kendini bırakıyor. Kurs yeri burası, imtihan yeri ve vakit çok kısa. Burası eğlence yeri değil ki, burası imtihan yeri. Bunu fark ederse, gönlü cennet gibi olur, çok rahat eder. Allah onu çok rahat ettirir. Ama burayı eğlence yeri olarak görürse, Allah, onun burnundan fitil fitil getirir, adeta sürünür. Dünya kaçar o kovalar, dünya kaçar o kovalar ama o, dünyadan kaçarsa dünya onu kovalamaya başlar ve çok rahat eder. Allah'ın yarattığı kanundur bu. "Ben, Allah'a rağmen eğleneceğim" diyorsa adam, o olmaz işte, sürünür. Haşa "Allah'a meydan okuyarak eğlenirim" diyorsa perişan olur. Allah'a tam teslim olunarak rahat yaşanabilir, mutlu yaşanabilir. Biz rahat, mutlu yaşamak için değil, Allah'ı sevdiğimiz için Allah'a teslim oluruz, inşaAllah. (Adnan Oktar'ın 2 Haziran 2011 tarihli A9 Tv ve Samsun Aks Tv röportajından)

"Bilinçsiz" 15 Yıl
Her insan gün içinde belli bir zamanı uyuyarak geçirmek zorundadır. Ne kadar çok işi olsa da, ne kadar istemese de belli bir süre sonra uyuması ve bedenini dinlendirmesi, gününün en az dörtte birini bir yerde yatarak geçirmesi kaçınılmazdır. Aksi takdirde hayatını sürdürmesi imkansız hale gelir. Her gün yaşadığı 24 saatin aslında en fazla 18 saatini şuurlu olarak geçirir, geri kalan minimum 6 saatlik uykuda bilinci tamamen kapalıdır. Bu açıdan bakınca karşımıza şöyle çarpıcı bir rakam çıkar: Ortalama 60 senelik bir yaşamın en az dörtte biri yani 15 senesi "bilinçsiz" olarak geçmektedir.

Peki uykunun başka bir alternatifi var mıdır? "Ben uyumak istemiyorum" diyen insan uyumamayı başarabilir mi?



İki gün uyumayan insanın gözleri kanlanır, cildi bozulur, rengi solar. Bu süre daha da uzayacak olursa, şuur kaybına kadar varabilecek ciddi rahatsızlıklar oluşur. İnsan istese de istemese de bir günün sonunda mutlaka gözleri kapanır, dikkati dağılır ve kendini birdenbire uykuya dalmış halde bulur. Bu kaçınılmazdır; en güçlüsünden en zayıfına, en güzelinden en çirkinine, en zengininden en fakirine; bu acizlik, herkes için değişmez bir kuraldır.

Uykunun hemen öncesinde, vücut adeta ölür gibi duyarsızlaşmaya başlar, hiçbir şeye tepki veremez hale gelir. Biraz önce sesi duyan ve algılayan kulaklar, fiziksel açıdan sağlam bir durumda olmalarına rağmen duyamaz, fonksiyonlarını yerine getiremezler. Beden bütün faaliyetlerini minimum seviyeye indirir, dikkat azalır, konsantrasyon düşer, hareketler yavaşlar. Ölümü ruhun bedenden ayrılması olarak tanımladığımıza göre, uyku da bir tür ölümdür. Çünkü insanın bedeni yatağında yatmaktadır ama o anda ruhu çok farklı bir mekanda, çok farklı olaylar yaşadığını sanmaktadır. Belki kendisini deniz kenarında, sıcağın altında hissetmektedir, ama aslında o an odasındaki yatağında sakince yatmaktadır. Ölüm de insana aynı etkiyi yapar: Onu bu dünyada kullandığı bedenden ayırır ve yeni bir bedenle yeni bir dünyaya taşır.

Uyku ile ölüm arasındaki bu benzerlik, Kuran'da da vurgulanır. Bir ayette "sizi geceleyin öldüren ve gündüzün 'güç yetirip etkilemekte olduklarınızı' bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten O'dur" şeklinde buyrulmaktadır. (Enam Suresi, 60) Ölüm ile uykunun benzer iki olay gibi anlatıldığı bir başka ayet ise şöyledir:

Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı tutar, öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Zümer Suresi, 42)
Uyku nedeniyle insanlar hayatlarının dörtte birini algıya dair hiçbir fonksiyonlarını yerine getiremez bir durumda yani "ölü" halde geçirdikleri halde, bunun anlamını pek düşünmezler. Uykuya dalmaları ile birlikte dünyada kendileri için önemli olan ne varsa bir kenara bıraktıklarını hiç akıllarına getirmezler. Oysa insan uykuya daldığı an, o gün içerisinde kazandığı para, girdiği önemli bir sınav, aldığı güzel bir hediye artık onun için hiçbir şey ifade etmez. Bu, bir nevi dünya ile hiçbir bağlantısının kalmaması anlamına gelir.

Buraya kadar verilen tüm örnekler, insan hayatının aslında ne kadar kısa olduğu ve ne kadar "zaruri" işlerle geçirildiğini anlatmaktadır. Bu hayattan, zaruri işlere harcanan tüm zamanları çıkardığımızda; bir insanın eğlendiğini düşündüğü, isteklerini yapabildiği, "dünyada istediğim gibi yaşıyorum" diyebildiği anlar son derece azdır. Geriye dönüp baktığında, sadece beslenmeye, giyinmeye, temizlenmeye, uyumaya ve daha iyi şartlarda yaşamak için çalışmaya harcadığı yılları kapsayan çok uzun bir zaman dilimi ile karşı karşıya kalır.

İnsanın dünyada geçirdiği zamanla ilgili hesaplamalar kuşkusuz düşündürücüdür. Daha önce de belirttiğimiz gibi ortalama 60 yıllık bir ömrün en az 15-20 yılı kesin olarak uykuda geçmektedir. Geriye kalan 40-45 senenin ise ilk 5-10 yılı çocukluktan kaynaklanan bir şuursuzluk dönemidir. Yani 60 yıl yaşayan bir insan aslında bu yaşamının yarısını "şuursuz" olarak geçirmektedir. Diğer yarısıyla ilgili ise pek çok rakam verilebilir. Örneğin, çok uzun bir zaman dilimi yemek hazırlayarak ve yiyerek, bedenini ve çevresini temizleyerek, trafikte bir yere ulaşmaya çalışarak geçmektedir. Bu örnekleri çok fazla arttırabiliriz. Sonuçta ortaya çıkan gerçek ise "koskoca ömür"den geriye doğal ihtiyaçlarını karşılaması dışında belki 3-5 senelik bir vaktin kaldığıdır. Peki bu kadarcık bir zamanın sonsuz hayat yanında nasıl bir değeri olabilir?

İşte bu noktada gerçek iman sahibi insanlar ile inkarcı insanlar arasındaki büyük fark ortaya çıkar. İnkarcı insan hayatının yalnızca bu dünyada yaşadığı yıllardan ibaret olduğunu sanmıştır. Ve "göz açıp kapayıncaya kadar" geçen dünyanın kendince "tadını çıkarmaya" çalışır, ama boşuna yorulur. Çünkü baştan beri anlattığımız gibi bu dünya hem çok kısadır, hem de çok sayıda eksikliklerle doludur. Dahası, Allah'a güvenip dayanmadığı için, dünyanın bütün sıkıntılarının, endişe ve korkularının acısını çeker.

İman sahibi olan insan ise, tüm hayatını Allah'ın rızasını kazanmak için çalışarak geçirmiş, Allah'a teslim olmanın huzuru sayesinde dünyanın tüm korku ve hüzünlerinden kurtulmuş ve sonuç olarak da sonsuz bir mutluluk yurdu olan cenneti kazanmıştır. Nitekim insanın dünyada bulunuş amacı nasıl davranışlarda bulunacağının sınanmasıdır. Allah güzel davranışlarda bulunanlara dünyada ve ahirette güzellik vadetmiştir:

(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. (Nahl Suresi, 30-31)

İnsan dünya hayatında uyuma, acıkma, terleme, üşüme, yaşlanma gibi birçok acizlikle boğuşurken cennete gittiğinde bedeninden tüm bu acizlikler kaldırılır. Cennete uyku yoktur, insanı bedenen sıkıntıya düşürecek hiçbir zorluk yoktur. Tam tersine insan daima zindedir, tüm şartlar onun bedeninin rahat etmesi için Allah tarafından mükemmel bir şekilde ayarlanmıştır. Cennette insanın tam rahat edeceği şekilde ılık bir hava, birbirinden güzel ve lezzetli yiyecekler, içecekler, meyveler durmaksızın sunulur. Doyma, acıkma, susama hislerinin hiçbiri yoktur. Dolayısıyla dünyada sürekli acizlikle imtihan olan insan cennete gittiğinde tüm bu acizliklerin özel olarak, cennetin kıymetini bilmesi için yaratıldığını anlar.




Sayın Adnan Oktar'ın Zümer Suresi'nden açıklamaları:

"İnsanların uykularında da canları alınır."

ADNAN OKTAR: 45. ayet, Zümer Suresi. "Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır." "Allah birdir, Allah var" diyorsun, adamı kan boğuyor adeta bunalıyor, Allah'tan bahsedince. "Oysa O'ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar." "Modadan, eğlenceden vs. bahsettin mi onlar açılır" diyor, "içleri açılır, ferahlarlar" diyor Allah ayette.
42. ayet; "Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda" demek ki insanların uykusunda da canları alınıyormuş. Hz. İsa (as)'ın da uyku halinde göğe çekilmesinde de canı alınmıştı. "Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanın ruhunu tutar," mesela biri uyuyor, ölüm kararı verildiyse onun ruhunu Allah bırakmıyor. Sabaha ölüdür o. "... öbürünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir." Sabah uyandıysa canı geri verilmiştir. "Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır" diyor Allah. (Adnan Oktar'ın 10 Ocak 2010 tarihli TV Kayseri ve Kanal 35 röportajından)


"Cennette uyku yoktur."

ADNAN OKTAR: Cennette uyku yoktur, yorulma diye bir şey yoktur yani sonsuza kadar insan yorulmaz, sonsuza kadar uykusu gelmez. Uyku mucize olarak dünyada veriliyor ki uykunun oluşması zaten mucizedir. Dünyada da uykunun olmaması gerekirdi çünkü dışarıda bedenimiz var ama biz aslında görüntü olarak oluşturuluyoruz. Tabi ki görüntüde insanın uyuması için de bir sebep yoktur. (Adnan Oktar'ın 28 Ocak 2009 tarihli Tempo TV'deki röportajından)


Hastalıklar ve Kazalar
İnsana acizliğini hatırlatan olaylardan biri de hastalıklardır. Son derece iyi korunmuş olan beden, gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüsten veya mikroptan ciddi şekilde etkilenir. Bu noktada biraz düşünüldüğünde aslında bedenin güçsüz düşmesinin makul olmadığı fark edilebilir. Çünkü Allah insan vücudunu son derece kusursuz sistemlere sahip olarak yaratmıştır. Özellikle de insanın savunma sistemi, düşmanlarına karşı son derece "güçlü bir ordu" olarak nitelendirilebilir. Ama insanlar tüm bunlara rağmen sık sık hastalanırlar.


Düşünmek gerekir ki, bedene bu son derece üstün sistemleri yerleştiren Allah dileseydi insan hiçbir zaman hasta olmayabilirdi. Virüsler, mikroplar, bakteriler onu hiç etkilemeyebilirdi, ya da bu özel hazırlanmış küçük "düşmanlar" hiç var olmayabilirdi. Oysa her insan son derece küçük sebepler yüzünden önemli sonuçlar doğuran hastalıklara yakalanabilir. Örneğin, ciltteki küçük bir yaradan vücuda girebilecek tek bir virüs, bedenin tamamını kısa sürede sarabilir. Teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun, en basit bir grip virüsü bile çok rahat şekilde insana zarar verebilir. Tarihte bunun örnekleri çok sık görülmektedir. Örneğin, 1918'de İspanya'da yaşanan bir grip salgınında 25 milyon kişinin öldüğü bilinmektedir. Yine 1995'te Almanya'daki bir salgın ise 30 bin kişinin ölümüne sebep olmuştur. 1347-1351 yılları arasında Avrupa'da büyük yıkıma yol açan veba salgınında yalnız Avrupa'da 20 milyon insan ölmüştür.

Teknoloji ve sağlık alanında dünya çapında gelişme yaşanmasına rağmen günümüzde de hastalıklara ve kazalara çok sık rastlanmaktadır. Elbette bunları doğal karşılayıp üzerinde düşünmeden geçmek büyük bir hata olacaktır. Diğer tüm acizlikler gibi hastalıkları da insana Allah imtihan olarak verir. Büyüklenme eğiliminde olan insan, bu vesileyle ne derece güçsüz olduğunu görebilir. Ayrıca yine bu şekilde dünyanın eksikliğini ve gerçek yüzünü de kavrayabilir.

Hastalıkların yanısıra, insanın dünyada karşı karşıya olduğu tehlikelerden biri de kazalardır öyle ki her gün televizyonda ve gazetelerde pekçok örnek yer alır. Pek çok insan ise bir gün kendi başına da böyle bir kaza gelebileceğine ihtimal vermez. Oysa gün içinde kazaya neden olabilecek çok fazla sebep vardır. Örneğin düz yolda yürürken ayağı takılıp düşen ve beyin kanaması geçiren insanları mutlaka duymuşsunuzdur. Veya evinin merdivenlerinden inerken aniden düşen ve bacağını kırıp aylarca yataktan kalkamayanları, yediği yemek nefes borusunu tıkadığı için boğulanları da. Bunların tümü çok küçük sebeplere bağlıdır ve her gün dünya üzerinde binlerce kişinin başına rahatlıkla gelebilmektedir.

Bahsedilen gerçekler karşısında insan, dünyaya bağlılığının ne derece anlamsız olduğunu düşünmelidir. Sahip olduğu şeylerin aslında denenmesi için ve geçici olarak kendisine imtihan olarak verildiğini de mutlaka fark etmelidir. Daha kendi vücudu içerisinde gezen tek bir mikroba güç yetiremeyen, önündeki basamağı hesaplayamadığı için hayati tehlikeye düşebilen bir insan nasıl olur da herşeyi yaratan Rabbimiz'e karşı acizliğini göremeyerek büyüklenebilir?

Elbette insanı yaratan Allah'tır ve onu tüm tehlikelerden koruyan da yalnızca O'dur. İnsan ne kadar kendini büyük görürse görsün, Allah'ın dilemesi dışında kendisi için bir yarar elde etmeye veya zarardan korunmaya güç yetiremez. Allah dilerse hastalık verir, dilerse aczini hatırlatacak türlü eksiklikleri insan bedeninde yaratır, dilediği anda da verdiği tüm bu acizlikleri anında kaldırmaya kadirdir. Mutlaka bilinmesi gereken gerçek doktorun ve ilaçların hastalığın geçmesine sadece vesile olduklarıdır. Asıl şifayı veren Allah'tır. Allah dilemediği takdirde hasta olan insan isterse dünyanın en ünlü doktoruna gitsin, en iyi ilaçları kullansın, yine de şifa bulamaz.

Dünya hayatında hastalıklarla, kazalarla sürekli imtihan edilen insanların çoğu yine de tutkuyla dünyaya bağlanırlar. Allah'ın onlara dünya hayatının geçiciliğini kavramaları için bu zorlukları ve sıkıntıları yaşattığını görmezden gelirler. Kimi başına gelen zorlu imtihanlar sonucunda daha da kibirlenir ve öfkeye kapılır. Neden dünyada bu kadar insan varken kendisinin kanser olduğunu veya trafik kazası geçirip sakat kaldığını sorgulayıp durur. İsyanı ve büyüklenmesi onu giderek dinden ve Allah'tan uzaklaştırır. İşte böyle bir insan imtihanın sırrını hayatı boyunca kavrayamamıştır.

Sonuç olarak en başta da belirttiğimiz gibi dünya Allah'ın yarattığı bir imtihan yeridir. Her insan dünyada Rabbimizi razı edecek iyi işler yapmakla sorumlu tutulmuştur ve bu yönde denenmektedir. Bu denemenin sonunda Allah'ın emir ve yasaklarına uyanlar, güzel ahlak gösterenler ve bunda kararlı olanlar sonsuza kadar cennette yaşamaya hak kazanacaklardır. Ama büyüklenmede direnenler ve birkaç on yıllık dünya hayatını sonsuz hayatlarına tercih edenler ise dünyada da ahirette de eksikliklerden, acizliklerden, sıkıntılardan kurtulamayacaklardır.

Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. (Bakara Suresi, 155)

Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 35)



Sayın Adnan Oktar'ın Nisa Suresi'nden açıklamaları:

"Çok fazla acizliği, hastalığı olmasına rağmen insanların birçoğu delicesine dünyaya bağlıdır."

ADNAN OKTAR: ... "Bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?" dediler. De ki: "Dünyanın metaı azdır. (Nisa Suresi, 77)" 'Dünyada bir şey yok' diyor Cenab-ı Allah. Ne var dünyada görüyorsunuz. Binbir uğraşıyla ayakta duruyor insanlar. En az sekiz saat uyuması gerekiyor, günün yarısı neredeyse. Elini yüzünü yıkıyor, dişlerini yıkıyor, yemek yemesi şart, ayakta duramıyor, su içmesi lazım. Su içiyor, yemek yiyor yine canlanamıyor. Aczin önü sonu yok. Mesela beli ağrıyor, sırtı ağrıyor, grip oluyor, nezle oluyor, hava sıcak oluyor, kapıyı açtırıyor, bu sefer hava soğuyor kapattırıyor, saçını yıkaması gerekiyor, kirleniyor, saçı dökülüyor, yemek yiyor, kilo alıyor, kilodan kurtulmaya çalışıyor veya yemek yediği halde kilo alamıyor. O kadar çok acz vermiştir ki Allah dünyadan vazgeçsinler diye, binlercedir, önü sonu yok. Mesela böbreğinde taş da olabilir, kanser de olabilir, ur da olabilir. Midesi ağrıyor, midesinde ur da oluşabiliyor, kanser de oluşabiliyor, bir bakterinin meydana getirdiği enfeksiyon da olabiliyor, mide asidinin herhangi bir şekilde artması da olabiliyor, sinirsel de olabiliyor. Bakın aczin önü sonu yok.

İnsanların büyük bölümünün gözü bozuktur, ya miyop ya hipermetrop ya astigmat mutlaka bir şeyler oluyor. Çok nadirdir gözü sağlam olan. Kulağında ayrı bir sorun oluyor, orta kulak enfeksiyonu oluyor, sinüzit olan insanların haddi hesabı yok. Müzmin baş ağrıları olabiliyor. Allah dünyadan vazgeçsinler diye veriyor bunları. Astım hastalıkları, alerji hastalıkları gençlerde o kadar çok yaygın ki. Kolesterolleri yüksek, kalp damarları tıkalı ama bütün bunlara rağmen bakın nasıl delicesine ve şımarıkçasına dünyaya bağlı insanların birçoğu.

Sabaha kadar sayarım insanın acizliklerini. "Dünyanın metaı azdır" diyor Cenab-ı Allah, "Ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar' bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. (Nisa Suresi, 77)" Cenab-ı Allah diyor ki: "Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile... (Nisa Suresi, 78)" En kaliteli hastanenin, en kaliteli odasında yatsa da, en iyi ilaçları alsa da yine kurtulamaz, ölüm onu her yerde bulur. "Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu, Allah'tandır" derler; onlara bir kötülük dokunsa: "Bu sendendir" derler. De ki: "Tümü Allah'tandır." Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar? (Nisa Suresi, 78)"

"Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. (Nisa Suresi, 79)" Mesela gece-gündüz içki içiyor, Allah yasaklamış ama içiyor, tansiyonu çıkıyor, ölüyor. Çünkü alkol müthiş tansiyonu yükseltir. Dolayısıyla Kuran'ın neresini açsak, Allah yolunda cehd yani gayret etmek, Allah'ın dinini, Kuran ahlakını hakim kılma düşüncesi var." (Adnan Oktar'ın 4 Şubat 2011 tarihli Kaçkar Tv röportajından)


Hastalık ve Kazaların Getirdiği Sonuçlar
Daha önce de vurguladığımız gibi, hastalıklar ve kazalar Allah'ın insanları denemek için yarattığı olaylardır. İman eden bir insan başına gelen bu tür bir olay karşısında dua edip, Allah'a yönelir ve bilir ki Allah'tan başka kendisini kurtarabilecek hiçbir güç yoktur. Böyle bir olayla onun sabrını, sadakatini, tevekkülünü deneyen Allah'ın, ahirette de kendisine en güzel karşılığı vereceğini umar. Nitekim Kuran'da, Hz. İbrahim (as) bu konuda güzel tavrıyla ve samimi duasıyla örnek gösterilmiştir. Müminlere düşen de bu samimiyeti örnek almaktır. Hz. İbrahim'in duası şöyledir:

Bana yediren ve içiren O'dur; Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur; Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. (Şuara Suresi, 79-81)

Hz. Eyüp (as) ise, kendisine isabet eden şiddetli bir acı ve hastalık karşısında yine Allah'a sığınmış ve bu tavrıyla tüm müminlere örnek olmuştur:

Kulumuz Eyyub'u da hatırla. Hani o: 'Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu' diye Rabbine seslenmişti. (Sad Suresi, 41)



Bu tür sıkıntılar müminlerin Allah'a olan bağlılıklarının, olgunluklarının artmasını sağlar, onlar için birer güzellik olur, hayra dönüşür. İnkarcı bir insan için ise her türlü kaza ve hastalık bir beladır. Başına gelenlerin belli bir hikmetle yaratıldığını, ahirette karşılığının olacağını düşünmediğinden büyük bir sıkıntı içine girer. Üstelik bu belanın maddi sıkıntıları yanında bir de manevi sıkıntıları vardır. Çünkü Allah'ı inkar eden bir sistemde yaşayan insanların değer yargıları tamamen maddiyata göredir. Herhangi bir hastalık ya da kaza sonucu sakat kalan kişi, önceden ne kadar sevilen, sayılan biri olsa da, eli ayağı tutmadığı için eski "dost"larının çoğu artık yanında olmayacaktır. Güzel bir insan güzelliğini, güçlü bir insan gücünü kaybettiğinde gördüğü değer azalacaktır. Bunun sebebi, dinden uzak yaşayan toplumlarda insanların birbirlerini sadece maddiyata göre değerlendirmeleridir. Dolayısıyla kişi maddi olarak zarara uğradığında insanların gözündeki değeri de yok olur.

Örneğin, sakat kalan birinin eşi ya da akrabaları çok büyük olasılıkla bundan şiddetle yakınmaya başlayacaklardır. Çevrelerine ne kadar sıkıntıda olduklarını anlatacaklardır. Kimisi gençliğini öne sürecek ve kendince bu yaşta böyle birşeyi hak etmediğini, daha "hayatının baharında" bunun başına geldiğini söyleyecektir. Bunun sonucunda da hasta kişiye yeterli ilgiyi göstermemesi konusunda etrafındakilerin kendisine hak vermesini bekleyecektir. Bir kısım insanlar da kendilerine kalsa hasta kişiyi hemen bırakıp gitmek isterken, sadece toplum tarafından ayıplanma korkusu sebebiyle bunu yapamayacaktır. Hasta kişiye sağlıklı iken verilen sadakat ve vefa sözleri, yerini egoist, bencil ve çıkarcı düşünce ve sözlere bırakmıştır.

Sadakat ve vefanın çok kısa süreli olduğu böyle bir sistemde yaşanan bu tarz olaylara şaşırmak da aslında yanlıştır. Çünkü insanları sadece maddesel kıstaslarla değerlendiren ve en önemlisi Allah korkusu olmayan bir insandan sürekli sadakat beklemek mümkün değildir. Karşılığını ahirette alacağına  inanmayan bir insanın iyi davranışlarda bulunması kendi çarpık mantığına göre bir "enayilik"tir. Çünkü birkaç on yıl içerisinde ölümle birlikte sonsuza kadar yok olacağına inandığı bir insana fedakarlık yapıp sadakat göstermesinin cahiliye kültürüne göre bir anlamı yoktur. Zaten her ikisi de kısa süre yaşayıp yok olacakları inancındadırlar, dolayısıyla bir tercih yapılması gerektiğinde de kendi çıkarlarını, rahatlarını düşüneceklerdir.

Oysa Müslümanlar için durum son derece farklıdır. Allah'a iman eden, O'na karşı aczini bilen ve O'ndan korkan insanlar birbirlerini de Allah'ın emrettiği özellikler doğrultusunda değerlendirirler. İnsanın en önemli özelliği "takvası" yani Allah'a olan korkusu, saygısı ve bundan dolayı sahip olduğu asalet ve güzel ahlaktır.



Bir kişi bu özelliklere sahipse, dünyada fiziksel olarak birtakım kusurları bulunsa da ahirette sonsuza kadar güzellik içinde yaşayacaktır. Bu, Allah'ın inananlara vaadidir ve bunu bilen müminler de birbirlerinin eksikliklerini, kusurlarını şefkatle karşılar, son derece sadakatli ve vefalı olurlar.
İşte bu büyük fark, içinde yaşadıkları cahiliye kültürünün inkarcılara bir cezasıdır. Aynı zamanda Allah'ın Kendisini inkar edenlere dünyada verdiği büyük bir beladır. Dünyada hevasının isteği doğrultusunda yaşayıp, işlediklerinin hesabını vermeyeceğini sanan kişi ahirette büyük bir şaşkınlık yaşayacaktır. Orada dünyada gösterdiği zalimlik, vefasızlık, sadakatsizlik ve bunlar gibi tüm kötü ahlak özelliklerinin hepsinden tek tek hesaba çekilecektir. Allah inkar edenlerin dünyada gösterdikleri çirkin tavırların onların aleyhine olduğunu şöyle bildirmiştir:

O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, Biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)


"Allah sevgisi olmadığında, şefkat, merhamet, sabır olmaz. Materyalist zihniyette sevgisizliğin, egoistliğin acısı en şiddetli şekilde yaşanır."

ADNAN OKTAR: Şimdi bir erkek kadını Allah için sevmezse, Allah için muhabbet duymazsa,  Allah'ın tecellisi olarak onu görmezse, onu bir et kemik yığını olarak, makine gibi; bulaşık yıkayan, yemek yapan, evi süpüren, ütü yapan, zaman zaman da ihtiyaçlarını giderdiği bir et parçası gibi görürse, ona değer vermemiş olur. Saygı da duymaz, dolayısıyla içinde bir öfke oluşur. Kimileri kadını tüketici bir varlık gibi, bir et yığını gibi görüyor. Kadın sevilip sevilmediğini çok iyi bilir. Özellikle samimi olarak sevilmediğini çok iyi bilir. Bunu fark ettiğinde de bir öfke meydana gelir. Karşılıklı bir nefret oluşur. O onu Allah'ın tecellisi olarak görmüyor. O da onu Allah'ın bir tecellisi olarak görmüyor....

Dolayısıyla ona ne bir vefa, ne bir sadakat, ne bir koruma hissi, ne şefkat duyar, zaten onun aczini de görüyor. Bakıyor ki o kişi sabah kalkıyor aczi ortada. Uykusuz kaldığındaki halini görüyor. Grip, nezleyken halini görüyor veya doğum yaptığındaki halini görüyor. İçinde tahammül edilmez bir nefret meydana geliyor.

İlk önce hemen evini ayırıyor, yüzünü görmeye dahi tahammül edemiyor. Nasıl olur böyle birşey?Allah rızası için seninle evlenmiş, o  kişi kendini sana teslim etmiş. Dünyada, ahirette senin kardeşin olmuş. Artık senin çocuğun gibi olmuş, parçan, etin, kemiğin o senin. Nasıl ayrılırsın sen onunla? Sokağa atıyor, nereye gittiğinden de haberi yok ya da ne yaptığından. Ne yiyecek, ne içecek? Başına ne gelir? Ne olur? İnsan nasıl kıyar? Nasıl sokağa atar onu?

Allah korkusu olmadığında, Allah sevgisi olmadığında bu tip olaylar olabiliyor. Bazen başka nedenlerden de oluyor ama genelinde bu durum var. Şefkatle, merhametle yaklaşması mümkün olmuyor o zaman.

Her gün boşanmalar yaşanıyor, boşanma insanın ağzına en son alacağı sözdür. Daha evlenir evlenmez, on beş gün geçmeden boşanma muhabbetine başlıyorlar. İnsan ağzına alır mı öyle bir sözü? Ne kadar korkunç. Sokağa atmak ne demektir? Çok acı bir olaydır. Kökeninde materyalist eğitim var, Darwinist eğitim var, ateist eğitim var. Sonucunda da böyle şefkatten, merhametten uzak bir kısım insanlar oluşuyor.

Bunlar hep dinden uzak olmak, Allah sevgisinden uzak olmak, Allah aşkıyla sevememekten kaynaklanıyor. Allah'ın tecellisi olarak Allah aşkıyla sevsen, insanın ruhunda ikinci bir güç vardır. Derin bir güç. O şehvetle, ya da başka hiçbir şeyle yıkılmaz. Daha fazla seversin. Daha aşkla seversin, özel bir güçtür. Bu devreye girer. Ama o olmadığında manevi gücü olmadığı için sevemiyor ve itici geliyor ona.

Özetle Allah için sevmek dünyanın bir süsü ve güzelliğidir. Allah bizi öyle yarattı. Allah için aşkla, tutkuyla sevecek şekilde yarattı bizi, Allah'ın tecellisi olarak. Bunu yapmadığımızda mutlaka ama mutlaka felaketle karşılaşırız. Sevgisizliğin, egoistliğin acısını en şiddetli şekilde yaşarız Allah vermesin. Onun için materyalist kafadan şiddetle kaçınıp, Kuran ahlakıyla, Kuran sevgisiyle, Allah sevgisiyle, Allah'ın tecellisi olarak sevmek çok hayati bir konudur. İnşaAllah. (Sayın Adnan Oktar'ın 4 Temmuz 2010 Tarihli HarunYahya.TV Röportajından)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder